24 Nisan 2010 Cumartesi

MEHMET

Bir Mehmet,
Köydeki, kentteki,
Yüzlerce, binlerce Mehmetten biri...
İçinde yaşama sevinci,
Dilinde sevda türküleri,
mutlu olurdu
cumasını kılınca...
Mutlu olurdu
beş leblebinin yanında,
rakısına tek buz koyunca...


Alıntıdır.

21 Nisan 2010 Çarşamba

EYYAFYALLAYÖKÜL

Yok yok boşuna uğraşmayın. Başlıkta bir hata falan yok. Bu İzlanda’da faaliyete geçen ve dünya havayolu trafiğini alt üst eden yanardağın ismi. Boşuna telaffuz etmeye falanda çalışmayın, internetten baktım, dünyanın en ünlü haber spikerleri bile doğru dürüst telaffuz edemiyorlar.
Havayolları şirketlerinin zararı şimdiden milyar dolarlarla ifade ediliyor. İnsanlar seyahatlerini ertelemek zorunda kaldığından sevenler kavuşamadığı gibi, ticari bağlantılarda sekteye uğruyor. Kargo taşımacılığı yapılamadığından ithalat ve ihracat faaliyetleri de büyük sekteye uğradı. Doğaya, insan ve hayvan sağlığına verdiği zararda cabası.
İşte kelebek etkisi denilen şey bu olsa gerek. Binlerce kilometre ötede adını daha önce hiç duymadığımız, duyduğumuzda da telaffuz dahi edemediğimiz bir yanardağ bizi nasıl etkiliyor. İnsanoğlunun en büyük icatlarından biri olan teknoloji harikası uçaklar doğa karşısında nasıl da çaresiz kalıyor. Elindekini hoyratça tüketen insanoğlu, aklını başına toplamak için doğanın daha ne yapmasını bekliyor acaba.
Sevgili Eyyafyallayökül. Önünde saygı ile eğiliyor ve bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da doğaya saygıda kusur etmemeye söz veriyorum

15 Nisan 2010 Perşembe

HAYVANLARI SEVMİYORUM

İnsanı Sevmenin, hayvanları sevmekle başladığını bilen hümanist bir yapıya sahip olmama rağmen aşağıda sıraladığım hayvanları sevmiyorum.

• Trafikte ışık kırmızıdan sarıya döndüğü anda (Yaklaşık 1 nano saniye) kornaya basan,
• Kendi arabasının geçiş önceliği olduğuna inanıp, dibime kadar sokularak selektör yapan,
• Arabasının camından yola çöp atan, kül tablası boşaltan,
• Yağmurlu havalarda gerekli özeni göstermeyip, insanların üzerine su sıçratan,
• Toplu taşıma araçlarında yaşlılara, hamilelere ve çocuklu kadınlara yer vermemek için uyuma numarası yapan, cep telefonu ile bağıra bağıra sohbet eden,
• Konuşurken yabancı kelimeleri kullanınca entelektüel olduğunu zanneden,
• “Aaa bak kız, aşk-ı memnu’nun kitabı çıkmııış!” diyen,
• Düğün, dernek ve bilumum coşkulu günde havaya ateş etmeyi erkeklik gösterisi sanan ve birçok insanın hayatını karartan,
• Hak arama bahanesiyle sağa sola Molotof kokteyli atıp, masum insanlara zarar veren,
• 70 yaşını aştığı halde küçük kızlara sulanan,
• Namus uğruna kendi eşini, kız kardeşini öldürmeyi mubah sayıp, elalemin karısına kızına yan gözle bakan,
• Yerlere tüküren, hapşırırken ağzını burnunu kapatmaya gerek görmeyen, esnerken 20’lik dişine kadar ağzındaki tüm detayları insanlara sergileyen,
• Umumi tuvaletlerde sifonu çekmeyen, klozetin oturma yerine işeyen, (Genelde koç burcu erkeği kıllı olur ve ayakta işer)
• Yeni dökülmüş betona ayak izi bırakan, günün tarihini, ismini ya da buna benzer gereksiz şeyleri yazarak tarihe geçeceğine inanan,
• Eşine, çocuklarına eziyet eden,
• Halkın gözünün içine bakarak yalan söylemeyi siyasetin gereği zanneden HAYVANLARI SEVMİYORUM! Yoksa kedi, köpek ve börtü böcekle hiçbir sorunum yoktur ve olamazda.

HEMŞİRE

Kocaman gözlerini dikmiş, dikkatle bakıyordu. Bir yandan elindekini evirip çeviriyor, meraklı gözlerle bir şeyler arıyordu. Öylesine kendinden geçmişti ki, geldiğimi fark etmemişti. Bir süre izledikten sonra sordum:
- Ne yapıyorsun kızım?
- Hemşireleri arıyorum ama göremiyorum.
- Hangi hemşireleri?
- Hani sen demiştin ya, yara bandının içinde minik minik hemşireler var, onlar yaralara pansuman yapıyor, yaralar da öyle iyileşiyor diye. İşte o hemşireleri arıyorum.
-???
-Neredeler baba? Sen bana gösterebilir misin?
-???

Yutkundum. Kahkahalarla gülmek ya da tüm ciddiyetimi toplayıp, "bak yavrum" ile başlayan bir cümle kurmak arasında bocaladım. Ne de olsa çok genç yaşta baba olmuştum ve tabiri caiz ise kızımla beraber büyüyorduk. Öğrenme aşkının en yoğun olduğu dönemde bana sorduğu soruya dalga geçmek için verdiğim cevabı ciddiye almış ve bütün saflığı ile yara bandının pamuk kısmında, yaralara pansuman yapan hemşireleri arıyordu. Babası da yanlış biliyor olamazdı ya.

Geçen yıllar içinde kızımla her zaman iyi bir dost ve iyi bir arkadaş olduk. Artık yara bantlarının içinde hemşire olmadığını çok iyi biliyor, zira bu yıl tıp fakültesini kazandı ve hayatını insanların yaralarını tedaviye, acılarını dindirmeye adadı...

14 Nisan 2010 Çarşamba

KENDİMİZİ SORGULAMAK

Bizde diğer canlılar gibi doğar, yaşar ve ölürüz. Geriye hoş bir seda bırakabilirsek ne mutlu. Aksi takdirde boşa geçmiştir yeryüzünde geçirdiğimiz zaman.
Yalnız değiliz bu âlemde. Dünyaya gelişimiz bile en az iki kişinin karar vermesiyle oluyor. İstisnaları bir kenara bırakırsak (nasılsa kaideyi bozmuyorlar) bir sevgi ortamında açıyoruz gözlerimizi yaşama. Dünya da karşılıksız seven tek varlıkla tanışıyoruz ilk olarak. Anne diyoruz ona ilk hecelediğimiz kelimelerle ve sonsuza kadar öyle kalıyor belleğimizde.
Gençlik çağlarında doğamız gereği karşı cinse fazlasıyla ilgi duyuyoruz ve bu noktada başlıyor içsel çatışmalarımız. Eğer erkekseniz (bu bir meydan okuma değildir, yanlış anlamayın) farkında olmadan annenizden gördüğünüz şefkati ararsınız karşınızdakinde. Oysa en büyük hatadır bu. Anne sevgisi karşılıksızdır ama aşk, emek ister, duygudaşlık (bu kelime TDK tarafından “empati” kelimesi yerine önerilmiştir) ister, karşılıklı anlayış ve güven ister. Bir başka insanla ortak yola çıkmaya karar verdiğinizde “ben” kelimesinden çok “biz” kelimesini kullanmayı bilmek gerekir.
Çoğu insan başkaları tarafından anlaşılamadığını düşünür. Huzur bulamadığını söyler. Farkında olmadan mutsuzluğu hayatının merkezine koyar. Kendini sorgulama konusu ise pek azımızın başarabildiği bir olgudur. Eğer bulunduğu ortamda huzursuzum diyorsa insan, hemen sormalı kendine; huzura katkıda bulunmak için ben ne yaptım ya da ne yapabilirim. Bu sorulara verebildiğimiz cevaplar ölçüsünde huzur bulabiliriz. Gidecek başka dünya olmadığına göre huzuru burada yakalamak zorundayız. Her şey insanın kendinde başlar ve biter. Şair ne güzel söylemiş:
Ya çaresizsiniz ya çare siz,
Ya ümitsizsiniz ya da ümit siz.
Sabah karşılaştığınız çöpçüye hiç “günaydın, kolay gelsin” dediniz mi? Eğer cevabınız evet ise bravo size. Zira bu basit selamınız o çöpçünün gününün iyi geçmesine büyük katkıda bulunmuştur. Daha bir keyifle toplamıştır sizinle selamlaştıktan sonraki çöpleri. Eve gittiğinde onu karşılayan karısı ve çocuğu da fark etmişlerdir mutluluğunu ve onların huzuruna da katkıda bulunmuşsunuzdur farkında olmadan. Bunun adına “Kelebek etkisi” mi dersiniz, başka bir isim mi koyarsınız bilmem ama bilimsel açıdan gerçekliği kanıtlanmış verilerdir bunlar. Eşinizin, dostunuzun kızgınlık anlarında ona aynı şekilde karşılık vermek yerine alttan alıp, aynı konuyu daha sakin bir zamanda değerlendirmek mutluluğunuza katkı sağlayacak, aksi mutsuzluğunuzu arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Zira ağzımızdan çıkan laflar diş macunu gibidir, bir kere sıktınız mı tekrar tüpe sokamazsınız. Söz ağzımızdan çıkana kadar bizim esirimizdir, çıktıktan sonra ise biz onun. Gerçek hayatta filmi geri sarma imkânı yoktur.
Sevgiyle kalın…


Varol TAMER 20.03.2010

Yandan Halimem yandan

">

13 Nisan 2010 Salı

Ahmet...

Aldatıldı yine,
her günkü gibi
elleri boştu babasının.
Oysa heyecanla bekliyordu akşam olmasını,
çok istiyordu o bisiklete binmeyi,
dolu dolu gözlerle baktı babasına,
ama ağlamadı...
"Yarın" dedi babası.
"Peki babacığım" dedi Ahmet.
Erkenden yatağına koştu,
saatler ilerledi,
gece oldu,
odası hariç kimse duymadı ama...
Ahmet ağladı, çok ağladı...

Çocukluğunda çok istediğim halde bisiklet sahibi olamamış biri olarak çok dokunuyor bu şiir bana. Yazanın ellerine sağlık...

Keşke yapabilseydim dediklerim

Çok dindar bir insan olmasam da hayatta sahip olduklarım için her zaman şükrederim. Huzurlu bir aile, sağlıklı bir yaşantı ve çok şükür geçimimizi sağlayacak bir gelirim var, daha ne olsun. Allah herkese sağlık ve huzur versin. Ama insanoğlunun istekleri biter mi? Benimde keşke şu da olsaydı dediğim şeyler var elbette.
Mesela, şöyle dost meclisinde rakı keyfi yaparken sırası geldiğinde bir şarkı patlatıp ortama katkıda bulunmayı çok isterdim. Ama rabbim öyle bir ses vermiş ki, hasbelkader böyle bir şeye tevasül etsem etrafımdakiler ihtilal oldu zannedip erzak stoklamak üzere bakkala fırına koşuyorlar. Mübarek ses değil borazan!
Mesela güzel resim yapabilmeyi çok isterdim. Ama nerde resim yapmak, nerde ben. Ortaokulda sınıf geçmek için uğraştığım dersler resim ve elişiydi. Resim sanatındaki ustalığım insan figürlerinde cin Ali’yi, doğa figürlerinde dalları geometrik şekillerden oluşan ağaçları geçememişti. Evdeki alçı kalıbı çıkarmaya müsait bir Atatürk maskını, kabiliyetsizliğimden duyduğum üzüntüyü ön plana çıkaran mahcup bir konuşma eşliğinde okulun resim iş atölyesine hediye etmiş olmamın, resim öğretmenimiz üzerindeki olumlu etkisi nedeniyle olacak, dört buçuktan beşle sınıfı geçebildim. Liseye kaydolmaya gittiğimizde seçmeli ders resim mi müzik mi diye sorduklarında doğal olarak müzik diye atladım. Beklentim lay lay lom sınıf geçmekti. Ama müzik öğretmenimiz kendini, bizi blok flüt virtüözü olarak yetiştirmeye adamış, yeni mezun genç ve güzel bir bayan olunca yaşadığım hayal kırıklığını söylemeye gerek yok. Öğretmenimiz flüt çalarken, parçanın ölçüsüne göre ayağımızla tempo tutmamızı istiyordu. Ben ya tempoyu tutuyor ya da flütü çalabiliyordum. İkisi bir arada ölsen olmuyordu. Hocamız bu konuda ısrarlı olup, taksit kabul etmeyince kâbus dolu günler yaşadım. Diğer derslerimde problem olmadığı için evde flüt çalışıyordum ama bu seferde annemin; “bırak şu düdüğü de derslerine çalış” şeklindeki tacizlerine maruz kalıyordum. Sonuçta bu gün flütle yağ satarım, bal satarım parçasını kusursuz icra edebiliyorsam o zamanlar aldığım eğitim sayesindedir. Oysa bir müzik aletini çalabilsem ne iyi oludu…
Güzel futbol oynamayı çok isterdim mesela. Çocukluğumda sokakta oynadığımız maçlarda hep en sona kalır, kerhen bir takıma dâhil edilirdim. Benim oyuna sağladığım olumlu katkılardan olacak, benim oynadığım takımın bir oyuncu fazla olması rakibimiz açısından bir sorun teşkil etmezdi. Hala zaman zaman halı sahada top koştururum ama oyuna değilse bile saha ücretinin ödenmesinde olumlu katkılarımın olduğunu düşünüyorum.
İşte böyle dostlar, kabiliyet parayla satın alınmıyor. Zaten gün geçtikçe büyüklüğünü daha çok idrak ettiğimiz ve özlediğimiz atamız ne demiş; “… Reis-i Cumhur bile olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız!”

ÜNZİLE

İzmir’de Konak’tan Güzelyalı’ya doğru yürürken polis evini geçtikten sonra, sağdaki apartmanlardan birinin altında Merze Pastanesi vardı. Tabi ben 1986-87 yıllarından bahsediyorum. Çok uzun zaman oldu İzmir’e gitmeyeli. Şimdi eminim ki ne İzmir o eski İzmir’dir, ne de eskiden “tarla” dediğimiz, otobüs duraklarının olduğu Konak eski Konak’tır. Belki de artık Merze Pastanesi diye bir yer de kalmamıştır. Bilemiyorum, ama ne olursa olsun Merze Pastanesinin bizdeki yeri bambaşkadır. Henüz 18 yaşında zıpkın gibi bir delikanlı olan bendeniz ve 17 yaşında olan o zaman ki kız arkadaşım, şimdilerde hayat arkadaşımla hafta sonları orada buluşur, bütçelerimiz kısıtlı olduğu için zamanımızın çoğunu orada geçirir, birbirimize doyamadan bir sonraki hafta sonuna kadar ayrılırdık.
O yıllarda Sezen AKSU “Git” albümünü çıkarmıştı ve zamane tabiri ile Hit olmuştu. Merze Pastanesi de her gün sabahtan akşama bu kasedi (o zamanlar CD yoktu) çalar dururdu. Birkaç hafta sonra albümün tamamını ezberlemiştik. İşte o albümdeki bir şarkı ne zaman dinlesem içime işler, derinde bir yerleri sızlatır. Aradan geçen yıllar zarfında, yılların yaşam algılarımızı kaçınılmaz olarak değiştirmesi sonucu bu şarkının üzerimdeki etkisi daha bir ağır olmaya başladı. Hele çok sevdiğim Şebnem FERAH’ın da bu şarkıyı mükemmel yorumlaması, üzerine tuz biber ekti. Ama beni asıl bu yazıyı yazmaya iten Çorum’da yaşayan 13 yaşındaki K.S.A oldu.
K.S.A.’nın dramını gazetelerde okuduk, televizyonlardan izledik. Henüz 12 yaşındayken babasına verilen 4 inek karşılığı 29 yaşındaki adamla evlendirilen, daha sonra baba evine dönen burada yediği dayakla karnındaki bebeği düşüren ve üç bini peşin, yedi bini senet karşılığı 19 yaşındaki gence satılan K.S.A.’dan bahsediyorum. Bunları yazarken bile içim acıyor, yüreğim kanıyor. K.S.A. yurdumuzdaki nice Ünzile’lerden biri.

Yağmuru kim döküyor,
Ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı hiçbir şey sormuyor.

Ben sosyolog değilim. Bu olaya akademik açıdan yaklaşamam. Bu kızı satan babaya ya da onu bir mal gibi satın alan insanlara da veryansın edecek değilim. Zira onlar bu durumu yaşadıkları hayatın bir gerçeği gibi algılıyorlar. Beklide babası da annesiyle evlenirken aynı şekilde bir bedel ödemiştir. Zaten olay şu anda yargıya intikal etmiş durumda ve gereken yapılıyor. Eminim bu insanlar yargının bu işe karışmasından dolayı büyük şaşkınlık yaşıyorlardır. Çünkü baba için bu mesele bir alacak verecek meselesinden öte bir şey değil. Zaten olayın ortaya çıkması da yedi bin liralık senedini tahsil edememesinden dolayı olmadı mı? Henüz evde bebekleri ile oynayıp, sevgi ve şefkat ortamında gelişimini tamamlaması gereken Ünzile kimin umurunda? Benim isyanım cehalete, ve bu cehaletten beslenenlere. Kadını toplum hayatının dışına iten, onu ikinci sınıf sayan zihniyete.

Korkar, durur gitmez
Köyün en son çitine,
İnanır o sınırda dünyanın bittiğine…

İşte Ünzile ve onun gibilerinin yaşamını özetleyen dizeler. Sizinde derinlerde bir yerlerinizi sızlatmıyor mu? Böyle gelmiş bu düzen daha ne kadar böyle gidecek?

Varmadan sekizine
Ergin oldu ünzile
Hem çocuk, hem de kadın
On ikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın ünzile…

Bu sözlerin yazarı güzel insan Aysel GÜREL’i ve bestesini yapan Onno TUNÇ’u rahmetle anıyorum.

YARIM KALAN ŞARKI


Yaşlı gözlerle kapıyı çekerken son bir kez çevresine bakındı. Bir zamanlar kendisine yuva olan bu cumbalı ahşap evi son görüşüydü. Oysa ne umutlar, ne hayallerle başlamıştı evliliği. Birlikte yaşlanacaklar, iyi günde kötü günde her sevinci her acıyı paylaşacaklardı. Dört yıl önce evlendiklerinde çevresindeki tüm genç kızlar ona ne kadar şanslı olduğunu söylüyor hatta içten içe kıskanıyorlardı. Gerçekten de birlikte yaşadıkları dört yıl boyunca eşine olan sevgisi kat be kat artmış, ne kayınvalidesinin aşağılamalarını, ne de kendisini çekemeyenlerin söylediklerini dert etmişti. Değilmi ki eşi onu tercih etmiş, ailesini dahi karşısına alıp onunla evlenmişti, gerisi teferruattı.

Evliliklerinin birinci yılında Allah bu yuvaya nur topu gibi bir erkek evlat vererek ödüllendirmişti onları. Oğullarının aileye katılması mutluluklarını katmerlendirmişti. Onu okutacak büyük adam olması için her şeyi yapacaklardı. O babası gibi eğitimini yarım bırakmayacak, gittiği yere kadar devam edecekti eğitimine. Bu uğurda gerekirse sırtında taş taşımaya hazırdı babası. Zaten ekmeğini taştan çıkarmıyor muydu? Sabahtan akşama kadar işporta tezgâhında bir şeyler satıp gül gibi geçindiriyordu ailesini. Göçmen bir ailenin, zor şartlarda babasız büyütülmüş eşi, annesinin evinde göremediği bu bolluğa şükrediyor, eşinin sağlığı için her fırsatta duacı oluyordu.

O yıllarda Almanya işçi alıyordu. Kendi aralarında bir karar vermeleri gerekiyordu. Çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için onlarda gitmeyi deneyeceklerdi. Bu karar boğazına bir yumru gibi oturmuştu. Kocasının hasretine bir gün bile dayanamazken uzun bir süre ayrı kalma fikri içinde tarifi imkânsız fırtınalar koparıyordu. Önce kocası gidecek, düzeni kurduktan sonra onları yanına alacaktı. Sistem böyle işliyordu.

Nereden bilebilirdi ki zamansız bir ölümün henüz 30 yaşındaki eşini sonsuza kadar ondan koparıp alacağını. Şimdi hayatta olsa ve yıllarca onu arayıp sormasa yine razıydı. Yeter ki nefes aldığını bilsin…

Bu düşünceler içinde kapıyı kilitlerken ona doğru neşeyle yaklaşan postacıyı fark etmemişti bile.

- Bacım gözünüz aydın!

- ????

- Savaş TAMER’in evraklarını getirdim. Almanya’ya gidiyorsunuz!

Genellikle bu haberi alanların sevinç çığlıklarına alışmış olan postacı genç kadının hıçkırıklarla ağlamasına bir anlam verememişti. Durumu öğrendiği zamansa kendi gözlerinden süzülen birkaç damla yaşa hâkim olamamıştı. Bu acı tesadüf acısına tuz ekmiş, daha bi acıtmıştı içini.

Kendini koca dünya da yapayalnız hissediyordu. Telli duvaklı çıktığı anasının evine kucağında üç yaşına henüz girmiş oğluyla dönüyordu. Çok zor günlerin onu beklediğini biliyordu ama ne olursa olsun mücadele edecek, birlikte büyütmeyi planladıkları biricik oğlunu tek başına adam edecekti. Takdir-i ilahi böyle uygun görmüştü. Yarım kalmıştı şarkıları…